Toprağın Altındaki Hikayeler: Babil
- Yeşim Yılmaz
- 1 Ara
- 3 dakikada okunur
Toprağın Altındaki Hikayeler serimizin bu yazısında, bu kez rotamızı Mezopotamya’nın kalbine, adını hep tarih kitaplarından duyduğumuz, efsanelerle gerçeğin birbirine karıştığı bir yere çeviriyoruz: Babil Harabeleri. İnsanlık tarihinin en eski ve en etkileyici uygarlıklarından birinin izlerini taşıyan bu topraklar, bugün bize hem büyük bir ihtişamı hem de zamanın acımasızlığını hatırlatıyor.
Babil’e baktığımızda yalnızca yıkık duvarlar, dağılmış taşlar görmüyoruz; aynı zamanda bir dönemin dünya başkentini hayal ediyoruz. Düşünün, bir zamanlar burası yasaların yazıldığı, gökyüzünün izlendiği, dev sarayların ve tapınakların yükseldiği bir şehirdi. Bugün ise sessiz harabeler, rüzgârın taşıdığı tozlarla birlikte bize binlerce yıllık bir hikâye fısıldıyor.

Babil, günümüz Irak sınırları içinde, Fırat Nehri’nin yakınlarında yer alıyordu. M.Ö. 2. binyılın başlarından itibaren önem kazanan bu şehir, özellikle Babil Kralı Hammurabi döneminde (M.Ö. 18. yüzyıl civarı) büyük bir güç ve medeniyet merkezi haline geldi. Hammurabi’nin hazırlattığı ünlü Hammurabi Kanunları, tarihteki en eski yazılı hukuk sistemlerinden biri olarak kabul ediliyor. Bu kanunlar, “göze göz, dişe diş” ifadesiyle bilinse de aslında dönemi için büyük bir düzen ve adalet arayışının ürünüydü. Yani Babil, sadece binalar ve duvarlar değil; aynı zamanda fikirlerin, kuralların ve toplumsal düzenin de şehriydi.
Babil’i bu kadar özel kılan unsurlardan biri de şüphesiz ki efsanelere konu olan Babil’in Asma Bahçeleri. Antik dünyanın yedi harikasından biri olarak anılan bu bahçeler, kimi kaynaklara göre sarayın yüksek teraslarına kurulmuş, içinde egzotik bitkilerin, ağaçların, çiçeklerin bulunduğu, su kanallarıyla beslenen bir mühendislik harikasıydı. Bugün bu bahçelerin gerçekten var olup olmadığı hâlâ tartışılıyor ama önemli olan şu: İnsanlık hayal gücü, Babil’i bir cennet bahçesiyle eşleştirecek kadar etkilenmişti bu şehirden.
Babil, aynı zamanda bilim ve inanç dünyasının da kesiştiği bir yerdi. Gökbilimciler gökyüzünü gözlemliyor, yıldızların hareketlerini kaydediyor, takvimler oluşturuyordu. Tapınak kuleleri olan zigguratlar, hem dini birer merkez hem de göğe uzanan birer sembol gibiydi. Tevrat’ta geçen Babil Kulesi hikâyesinin de bu zigguratlardan esinlendiği düşünülüyor. İnsanların göğe ulaşmak istemesi, aslında bilgiye, güce ve sonsuzluğa uzanan bir yol arayışından başka bir şey değildi.
Bugün Babil Harabeleri’ni gezdiğinizde, bir zamanlar görkemli kapılarla çevrili olan şehrin kalıntılarıyla karşılaşırsınız. En bilinen yapılardan biri, mavi sırlı tuğlalarla süslü, üzeri boğa, ejderha ve aslan kabartmalarıyla bezeli İştar Kapısıdır. Orijinali Berlin’deki bir müzede sergilense de, kalıntıları ve rekonstrüksiyonları hâlâ Babil alanında ziyaretçileri büyülemeye devam ediyor. Bu kapının içinden geçtiğinizi hayal ettiğinizde, kendinizi bir anda kralların, askerlerin, tüccarların ve rahiplerin adımlarıyla yankılanan bir caddede buluyorsunuz.

Babil Harabeleri, yıllar boyunca savaşlar, istilalar ve ihmal nedeniyle büyük zarar görmüş olsa da, hâlâ ayakta kalmayı başarmış bölümleriyle geçmişi gözler önüne seriyor. Modern dönemde yapılan kazılar ve restorasyon çalışmaları, şehrin planını, sarayların yerini, tapınakların düzenini daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Her bir tuğla, her bir kabartma, bu topraklarda yaşamış insanların gündelik hayatı, inançları ve hayalleri hakkında ipuçları veriyor.
Babil’i ziyaret etmek, aslında sadece bir antik kenti görmek değil; medeniyetin doğduğu coğrafyaya bir selam vermek gibi. Mezopotamya’nın bereketli topraklarında filizlenen bu uygarlık, yazının, hukukun, astronominin ve mimarinin gelişmesine katkıda bulunmuş. Biz bugün modern şehirlerde yaşıyoruz ama kullandığımız takvimlerden şehir planlarına kadar pek çok şeyin kökleri, Babil gibi kadim kentlere uzanıyor.
Babil Harabeleri, bizler için yalnızca geçmişten kalan birkaç yıkık duvar değil; insanlığın hafızasında açılmış derin bir sayfa. Oraya bakarken aslında kendi hikâyemizi, düzen arayışımızı, adalet talebimizi, göğe uzanma isteğimizi görüyoruz. Babil’i anlamak, biraz da “Biz nasıl buraya geldik?” sorusuna cevap aramak demek. Bu yüzden Babil, hepimizin ortak mirası. Onu tanımak, hatırlamak ve gelecek nesillere anlatmak da bizim elimizde. Belki bir gün, o tozlu harabelerin arasında yürürken, tarihin tam ortasında yürüdüğünüzü tüm hücrelerinizle hissedersiniz.
Yazan: YEŞİM YILMAZ










Yorumlar